Beşiktaş’ta Işığın ve Zarafetin İzinde | Modern, Elit ve Lüks Deneyim

Beşiktaş’ta Işığın ve Zarafetin İzinde | Modern, Elit ve Lüks Deneyim
Beşiktaş, seni her sabah aynı yerden selamlıyorum: sahilden. Vapurun burnu suları yararken martılar çizgiler çiziyor gökyüzüne, çay bardağının camına çarpan o ince ses bile ritim tutuyor kalabalığa. Kaldırım taşlarında hızla yürüyen ayakların sesiyle, simitçinin buharı birbirine karışıyor. Şehrin kalbi, burada göğsüne vuruyor sanki; hem coşkulu hem sabırlı. Bugün yine içimden geçenleri sana anlatacağım; çünkü seninle konuşmak, en doğru cümleyi bulmak gibi. İlk kez değil; ama her seferinde yeniden. Bu kez, bir yabancıyla kesişen bakışların içinden yazıyorum. Onu akşamüstü çınarların altında gördüm; rüzgâr saçlarını savuruyor, dalga kıyıya küçük sırlarmış gibi çarpıyordu. Sokakların enerjisini taşıyordu, ama sesi yumuşaktı. Kendini tanıtma biçimi bile sade ve özenliydi; şehrin gürültüsünü değil, anlamını taşıyordu. Sonra fark ettim, o dünyanın isim verdiği tanımlardan biriydi; ama tanımlar onu küçültmüyor, yalnızca yerini işaret ediyordu. İnsan, bir kelimenin sığamayacağı kadar genişse, şehirler de öyledir; sen de öylesin Beşiktaş.

Onunla yürürken köprü ayaklarının gölgesi yolumuzu çizdi. İnsanların yüzüne baktı, esnafın “kolay gelsin” diyen gözlerinde sıcaklık buldu. “Buranın kalabalığı iyi huylu,” dedi, “kimse kimseyi itmiyor; herkes bir şekilde birbirine yol açıyor.” Gülümsedim; senin bu cevherini başkalarının ağzından duymak tuhaf bir mutluluk. “Ben de buraya ilk geldiğimde aynı hissi yaşamıştım,” dedim. “Sanki kim olduğumu unutmamı değil, olduğum gibi kalmamı istiyor.” O an, bir köşeden yükselen tezahürat sesi rüzgâra karıştı; siyah-beyaz atkılar, dillerde ortak ezgiler. Beşiktaş, senin sesin, kalabalıkta bile tanınan bir kalp atışı gibi.

Kordonu dönüp ışıkları izlerken, konuşması daha içe dönük bir ritme geçti. “İnsan bazen çok görünürken bile sakince kalabilmeyi öğrenmeli,” dedi. “Burası öğretiyor.” Kendini anlatırken büyük kelimelere sarılmıyordu. Yine de şehrin diliyle konuşuyordu; sabırla, ölçüyle, mesafeyle. Cümleleri kısa ama netti. Düşündüm; herkes bir yerden geçer, ama herkes bir yere ait değildir. Ait hissetmek için gürültüye değil, dengeye ihtiyaç var. Biz de Çarşı tarafına doğru yürüdük, pasajların önünde müzik çalan gençlere kulak verdik. Gitarın telinde yankılanan bir melodi, sokak lambasına tutunup uzadı; ben o uzayan notanın içinde kıyıya vuran dalga oldum sanki.

“Bir günün en güzel saati hangisi?” diye sordum. Durdu, denize baktı, “tam gece olmadan önceki o birkaç dakika,” dedi. “Şehrin lambaları iyice görünür olur; insanlar acele etmeyi bırakır; dalga bile yavaşlar. Kendini duyarsın.” Bir bankta oturduk, kalabalık içimizden aktı. Bir çift el ele, bir kedi vitrin camında uyukluyor, bir vapur düdüğü uzaklardan haber veriyordu. Telefon ekranıma yansıyan ışıkta, yazılmayan cümlelerin ağırlığını gördüm. Onun yanında, söylenmeyecek sözlerin bile bir dili vardı: bakış, duruş, susuş. “Gizlilik,” dedi, “bazen yalnızca saygının başka adıdır.” Başımı salladım; senden öğrendiğim şeylerden biri de buydu.

Sahilden yukarı tırmanan o kısa yokuşta nefesimiz aynı ritimde hızlandı. Sokağın başındaki fırından çıkan taze çörek kokusu, konuşmalarımızın arasına girip kendi sözlerini söyledi. “Kokular bile burada hikâye anlatıyor,” dedim, “çaya, denize ve betona aynı anda sinmiş bir şehir bu.” “Evet,” dedi, “ve bütün bu kokuların içinde insan, kendi kokusunu unutmadan yürümeli.” Bir vitrin camında yansıyan ikimizi gördüm: arkamızda ışıklar, üstümüzde rüzgâr. İnsan kendini bazen olduğundan daha net görür bir camın içinde; şehrin aynasıdır o. “Kendimle ilgili kesinleşmiş bir şey var,” dedi yumuşakça, “görünürken bile görünmez kalabilmek istiyorum; hatırlanmak için bağırmak zorunda olmamak.” Tam o an, bir martı suya indi; yüzeydeki ışığı kanadına alıp havalandı. Kalabalığın içinde yükselen kısa bir alkış gibi.

Gece derinleştikçe, cümlelerimiz de sadeleşti. Bir sokak lambasının sarısında, kaldırım taşlarının gri çizgilerinde, “buradayım” diyen küçük bir itiraf gibi yürüdük. “Kendini anlatmak için doğru kelimeyi bulmak bazen uzun sürer,” dedim. “Doğru cümle çoğu zaman kısa olur,” dedi. Sözlerimizin arasına sessizlik bıraktık; o sessizlikte bile birbirine yol veren bir naziklik vardı. Rüzgâr çınar yapraklarını hışırdattı, dalga taşlara, taşlar ayaklarımıza dokundu. Bir çocuğun kahkahası, bir teyzenin “yavaş yürü” diyen sesi, bir motosikletin uzaklaşan uğultusu… Senin orkestran, Beşiktaş.

Vapur saatine yetişmek için adımlarımızı hızlandırdık. İskeleye vardığımızda, sıralı halatların arasında tuzlu bir koku yükseliyordu. “Gidiyorum,” dedi, “ama burada kalmayı da öğreniyorum.” “Gitmekle kalmak aynı cümlede olabiliyor,” dedim, “sen de ben de bunu biliyoruz.” Elini uzatmadı; biz bu şehirde el sıkışmak yerine bakış bırakmayı severiz. Sözsüz bir anlaşma gibi. “Yarın aynı saatte,” dedi. “Belki aynı yerde.” Gülümsedim; çünkü bu şehirde “belki” kelimesi çoğu zaman “evet”tir; yalnızca vakte saygı duyar.

Vapur düdüğü çaldı; gövde hafifçe kıpırdadı. Çelik, suyla konuşmayı her gün yeniden öğrenir; insanlar da öyle. Adımlarımız ayrıldı; o turnikelerden geçerken, ben iskelenin demirine yaslandım. Denize bir taş atmadım, dilek tutmadım; yalnızca bekledim. Beklemek, senin dilinde acele etmemek demek çünkü. Alelacele verilmiş sözlerin ağırlığı yoktur; biz ağırlığı olan cümleleri severiz. Gözden kaybolan siluetin arkasında, bir an için bütün şehir durdu gibi oldu; sonra yeniden akmaya başladı.

Eve dönerken, taşların üzerinden sıçrayan sular pantolon paçama değdi. Bir köşede tombul bir kedi, geceyi denetliyordu; bir taksi sarısı, yağmur damlasını bıçak gibi ikiye bölüyordu. Kapımı açtığımda, içeri önce sen girdin Beşiktaş; ardından çay kokusu, sonra da derin bir iç çekiş. Pencereden dışarı baktım; ışıkların yerini tek tek ezberledim. İsimlere sığmayan insanları düşündüm, tanımlara sığmayan şehirleri. Onun yürürken taşıdığı o doğal dengeyi hatırladım; sakince, ama yerini bilerek.

Sonra masaya oturup bu satırları yazdım. Kendime söz verdim: bu şehirde kimseyi bir kelimenin içine hapsetmeyeceğim. Kelimeler yol işaretidir; insan ise yolun ta kendisi. Ve sen, Beşiktaş, bir yolun nereye varacağını bilmeden yürünse bile, doğru yere ulaştıran bir pusula gibisin. Çınarların gölgesinde, iskelelerin çizgisinde, paslı demirin sesinde, kahkahaların ortasında; hep aynı şeyi fısıldıyorsun: “Nazik ol.” Ben de oldum; cümlelerimi kısa, duygumu net tuttum. Çünkü bilirim, burada yüksek ses, anlamı bastırır; alçak ses ise kalbe yakın gelir.

Belki yarın yine aynı saatte sahilde buluşuruz. Belki o, rüzgâr saçlarını savururken “merhaba” der; belki biz hiçbir şey demeden yürürüz. Kelimelerin azaldığı yerde, gözler konuşur. Sen öğrettin bana, Beşiktaş: Zarafet, görünmek için değil, hatırlanmak içindir. Ve hatırlanmak, bir şarkının son notası gibi; sustuğunda bile kulakta kalan iz.

Bu yüzden, bugün de sana yazıyorum. Bir gün okursan, bil ki bu cümleler acele edilmeden kuruldu; bir dalganın taşla konuştuğu kadar sakin, bir vapurun şehre selam verdiği kadar kararlı. Senin ışıklarında büyüyen herkes gibi, ben de yerimi biliyorum. Yanından geçip gitmiyorum; sende kalarak yürüyorum. Çünkü Beşiktaş, sen bir ad değil, bir nefessin. Ve nefes, paylaşıldıkça çoğalır. Bugünün hikâyesi burada bitti; ama yarının aynı yerde, aynı ışıkta yeniden başlayacağından eminim.

14 Kasım 2025 tarihinde yayınlandı, 1 kez okundu

En Çok Okunan Yazılar

Tüm Yazılar »